UĞUR MUMCU’NUN ÖLDÜRÜLMEDEN 11 GÜN ÖNCE YAPTIĞI KONUŞMA METNİ

UĞUR MUMCU

Tarih 13 Ocak 1993.Harp Akademileri Komutanlığı konferans salonu.

Salon tıklım tıklım dolu…

Kürsüye, katledilmesine 11 gün kala bir Sakıncalı Piyade çıkıyor. Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu…

Maruz kaldığı haksızlıklara ve hukuksuzluklara rağmen “Bu tür işlemleri, Silahlı Kuvvetlerimizin tümüne bağlamak ve bundan kaynaklanan sonuçlar çıkartmak yanlış olur. Bu Ordu hepimizindir” diyebilen Uğur Mumcu…

Uğur Mumcu konuşmasına başladı;

“Sayın komutanlar ve öğrenciler,

Türk basınının yapısı ve sorunları konusunun bugünlerde tartışılması tek başına önemli bir konudur. Çünkü Türk basını, sanıyorum ki, en bunalımlı dönemini yaşamaktadır. Bu nedenle, bu bunalıma yol açan nedenleri öğrenmek ve tartışmak hepimiz için yararlı olacaktır”.

Daha sonra basın tarihimize yönelik önemli aşamaları Osmanlı dönemi, Cumhuriyet’in ilk yılları, 1931-1938 dönemi, 1950-1960, 1960 ve sonrası dönemler kapsamında anlattı.

Konuşmasında;

Mütareke dönemine ilişkin olarak; İstanbul basınının ikiye ayrıldığını, Necmettin Sacak’ın “Akşam”, Celâl ve Nuri Suphi kardeşlerin “İleri”, Yunus Nadi’nin “Yeni Gün”, Ahmet Emin Yalman ve Asım Us’un “Vakit”, Falih Rıfkı, Ahmet Cevdet ve Yakup Kadri’nin “İkdam” gazeteleri Mustafa Kemal’i desteklerken, Ali Kemal’in “Peyami Sabah”ı, Refi Cevat Ulunay’ın “Alemdar”ı ve Sait Molla’nın “İstanbul” adlı gazeteleri ile Refik Halit Karay’ın “Aydede” adlı dergisinin Mustafa Kemal’e karşı çıktığını,

Mustafa Kemal Paşa’nın, Sivas’ta 11 Eylül 1919 günü “İrade-i Milliye”, 10 Ocak 1920 günü de Ankara’da “Hâkimiyet-i Milliye” gazetelerini çıkarttığını, 6 Nisan 1920 günü de “Anadolu Ajansı’nı kurdurduğunu,

Yunus Nadi’nin İstanbul’dan Anadolu’ya kaçırdığı “Yeni Gün” gazetesi ve matbaası ile 1 Eylül 1921 günü Ankara’da başladığı yayınlarla Kuvayı Milliye’nin sözcülüğünü yaptığını,

‘Örgüt’, “Seyyare-i Yeni Dünya”, “İzmir’e Doğru”, “Son Söz”, “Yeni Adana”, “Açıksöz” gazetelerinin Kuvayı Milliye’yi destekleyen gazeteler olduğunu,

İkinci Dünya Savaşı yıllarında “Tasvir-i Efkâr” ve “Cumhuriyet” gazetelerinin Almanlarla dostluk politikasını savunurken “Akşam”, “Tanin” ve “Vatan” gazetelerinin müttefiklerden, Sertellerin “Tan” gazetesinin ise Sovyet dostluğundan yana tavır aldıklarını,

1950-1960 döneminde Mehmet Ali Aybar’ın “Zincirli Hürriyet”, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’in “Marko Paşa”, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın “Yaprak”, Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu” dergilerinin büyük ilgi gördüğünü,

1950 sonrası basın özgürlüğünü kısıtlayan yasaların çıkartıldığını, birçok gazete ve gazeteciye davalar açıldığını, gazete ve dergi kâğıtlarının tek elden dışalımı kararı ile ‘kâğıt tahsisleri’ döneminin başladığını, bunun da basın üzerinde bir çeşit Demokles’in kılıcı gibi kullanıldığını, bazı yayınlara tahsis verilirken bazılarına verilmediğini, muhalefeti savunan gazetelere ilan ambargosu konduğunu, örtülü ödeneklerden aralarında Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek, Rehem İzzet Benice, Burhan Belge ve Yusuf Ziya Ortaç’ın olduğu gazetecilere para yardımı yapıldığını,

1960 sonrası basın özgürlüğünü kısıtlayan yasaların kaldırıldığını, basın emekçilerine sosyal haklar ve güvenceler sağlandığını, resmi ilanlarda hükümet yetkisinin kısıtlandığını,

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 sıkıyönetim dönemlerinde gazetecilerin yargılandığını, gazetelerin kısa sürelerle kapatıldığını, 12 Eylül’de 133.000 kitap yakıldığını vurguladı. Daha sonra istatistikî veriler üzerinden bazı tespitlerde bulundu.

Buna göre;

Kitap okurlarının günden güne azaldığını, her 1000 Türk yurttaşından ancak 56’sının gazete okuru olduğunu oysa UNESCO verilerine göre bir ülkenin kalkınmış sayılabilmesi için her 1000 kişiden 100’ünün gazete okuru olmasının, uygar bir ülke sayılması için ise her 1000 kişiden 300’ünün gazete okuması gerektiğini, bu düzeye ulaşılabilmesi için 3 milyon olan toplam tirajın 17 milyonu aşmasının gerektiğini,

Türkiye’de basında tekelleşmeyi önleyecek herhangi bir yasanın çıkartılmadığını, 10 Kasım 1983 tarihinde 2850 sayılı yasada yapılan değişiklikle yabancılara da Türkiye’de gazete kurma ya da satın alma olanağının sağlandığını, 1993 yılında toplam tirajın yüzde 84’ünün üç yayın grubunun (Hürriyet, Sabah, Milliyet) elinde olduğunu, bu durumun Türk basınındaki tekelleşmenin ulaştığı korkunç boyutu gösterdiğini,

Bu yayın gruplarının televizyon alanına da el atmalarının basın özgürlüğü ve demokrasiyi tehdit eden en büyük tehlikelerden biri olduğunu,

Gazete dağıtım şirketlerinin bu büyük gazetelerin oluşturdukları şirketlerin elinde olmasının da tekelleşmenin bir başka sonucu olduğunu,

Bir gazetenin maliyetinde yüzde 32 kâğıt, yüzde 23 dolayında personel giderleri, yüzde 18 dolayında promosyonun yer tuttuğu dikkate alındığında promosyonların basını yozlaştırdığını, yozlaşmanın pardösü kumaşı ve Kuran dağıtımına kadar uzandığını,

1980-1989 arasında genel fiyatlardaki artışın ortalama 21,6 kat iken gazete kâğıdı fiyatındaki artışın 106,7 kat olduğunu,

Yaklaşık 3 milyon satış yapan gazetelerde işçilerin toplu sözleşme yapamadıklarını, ücretlerin gazete işverenlerinin takdirlerine göre saptandığını, bu koşullarda çalıştırılan gazetecilerin hiçbir güvencesinin olmadığını belirtti.

Banka sistemi ve gazete ilişkileri açısından ise;

Gazetelerin, birçok özel ve kamu bankasından kredi aldığını, kamu bankalarından alınan kredilerin, zaman zaman iktidarlarla bu bankalardan kredi alan gazetelerin ilişkilerinde önemli roller oynadığını, bu ilişkileri bilmeyenlerin, bir büyük gazetenin neden bir bakan hakkında önce övücü yayınlar yaptığını, sonra da aynı bakana en ağır biçimde saldırdığını anlamakta güçlük çektiklerini vurgulayarak konuşmasını;

“Basın özgürlüğünü Dünyada ve Türkiye’de bugüne kadar hükümetler kısıtlar ve yok ederdi. Günümüzde bu tehlikenin kaynağı basının bugün içinde bulunduğu tekelci yapısında aranmalıdır” diyerek tamamladı.

Sonra soru-cevap bölümü başladı. Uğur Mumcu’nun sorulara verdiği cevaplar şöyleydi:

“Silahlı Kuvvetlerin Türk vatanını iç ve dış düşmanlara karşı koruma ve kollama görevi vardır. Ve bugün de Güneydoğuda bir vatan görevi yapmaktadır. Oraya üç kez gittim ve komutanların, erlerin nasıl bir özveriyle görev yaptıklarını gördüm. Bu insanları, onlar silah başında ve ölümle karşı karşıyayken, birilerinin Boğaziçi’ne bakan evlerinde veya Cağaloğlu’ndaki şık bürolarında eleştirmeleri haksızlıktır. Bir toplumda ordunun fonksiyonunu kaldırdığınız zaman anarşi başlar. İç ve dış düşman dediğimiz düşmanlar harekete geçerler.”

“PKK’nın yurtdışındaki kendi yayınlarını inceledim. İlk kez ikinci Cumhuriyet fikrini ortaya atan Abdullah Öcalan’ın bizzat kendisi olduğunu gördüm. Çünkü Türkiye gibi bir ülkede devleti kuran siyasal düşünce Atatürkçülüktür. Bu düşünceyi bu yollarla yıpratmak da örneğin PKK gibi terör örgütlerinin başlıca amaçlarıdır. Öbür bir takım yazarçizer de bunları fantezi için, kendilerine dikkat çekmek için yapıyorlar. Aslında söylediklerinin ipe sapa gelir bir tarafı yoktur. Çünkü Cumhuriyeti bir sayaca bağlamak anlamsızdır.”

“Fransa’da yaşanan olaylar çok çok farklıdır. Bir de bilgisizlikten kaynaklanan suçlamalar vardır. Örneğin istiklal mahkemelerinde 30.000 kişinin idam edildiği çok ünlü yazarlarımız tarafından yazıldığı gibi televizyonlarımızda da söyleniyor. Oysa istiklal mahkemelerinde bütün yargılamalar sonucu 2.000 kişi civarında kişi asılmıştır ve bunların çoğu da asker kaçağıdır. O günün koşulları içerisinde.

Tarihte hiçbir zaman geçmiş olaylar bugünkü koşullar ve ilkeler açısından değerlendirilmez. Yaşandığı dönemin özgün koşullarında değerlendirilir. Bu eleştiriyi yapanlar, II. Dünya Savaşında General De Gaulle’ün Paris’e girmesinden sonra Paris’teki mahkemelerde sokaktaki yargısız infazlarda 10.000 kişinin öldürüldüğünü nasıl yazmazlar?”

“Mustafa Kemal dönemi o dönemin devletleriyle karşılaştırıldığında en sancısız, en yumuşak dönemdir. Kaldı ki işbirlikçileri, vatana ihanet cürmü altında yargılanması gerekirken insanları sınır dışı etmiş daha sonra da geri gelmelerine izin verilmiştir. (…)

Örnek vereyim. Seyit Abdülkadir Kürdistan’ın Cumhurbaşkanı olacaktır. Siirt Askeri Mahkemesi’nde yargılanıyor, asılıyor. Şimdi devletin kin tutması gerekiyor değil mi? Oğlu 12 Mart döneminde Sümerbank Genel Müdürü. Devlet kin gütse herhalde bu göreve bu akrabalık bağı olan birini oturtmazdı.”

“Biz bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak gibi bir kavram ortaya atıyoruz. Örneğin, Silahlı Kuvvetler ile ilgili bir konu: Şimdi bir Başbakanlık Danışma Kurulunda siyasal bilimci olduğunu söyleyen bir arkadaşımız bir gün bir dergide yayın yaptı. Silahlı Kuvvetler ve sivilleşme, ordunun yapısı, birtakım şemalar… Tabii ki bizim bunları bilmemize olanak yok. Ama bir gazeteci ne yapabilir? (…) Ondan sonra şunu saptadım ki, arkadaşımızın sivilleştirme diye getirdiği model, ABD’deki Başkanlık sistemindeki sistemin aynısıdır. Kelime kelime kopyasıdır.”

“Türk basınına ben güvenmiyorum. Bazı insanlar var, sağcı veya solcu olsun, onlara güveniyorum. İnsanların siyasi ideolojilerinden çok kişilikleri önemli.”

“Silahlı sağ eylemciler de, silahlı sol eylemciler de, PKK örgütü de uyuşturucu madde satmakta buna karşılık silah almaktadır. Ve silahlar bu çok uluslu siyasette birtakım ülkelerin sınırlarından vızır vızır geçerek Türkiye’ye sokulmaktadır.12 Eylül öncesi 822.000 silah sokuldu. Bu silahların onda dokuzu NATO ülkelerinde üretilmiştir ve bir Varşova Paktı üyesi olan Bulgaristan topraklarından ve bir Bulgaristan devlet şirketi olan Kintex tarafından Türkiye’ye sokulmaktaydı. Kintex Şirketinin Türkiye Temsilcileri de milliyetçi ve muhafazakâr politikacılardı. Avukatları da eski bir MİT görevlisiydi. Bu denklemi çözmenin olanağı yok. 

Ben bu yayınları yaparken bir taraftan CIA ajanı ilan edildim. Kim etti? Bulgar Radyosu. Kintex Şirketini yazdığım için. Paul Henze’nin adı ilk defa tarafımdan açıklandı. Paul Henze’nin kitabında KGB ajanı ilan edildim. İkisinin ortalaması MİT’e düşüyordu. Bu sefer MİT ajanı oldum. Bulgar rejimi çöktükten sonra Kintex Şirketi Genel Müdürü ‘Evet, kaçakçılık yapıyorduk’ dedi. Bu kadar açık.”

“Ben hayatımda tehdit almadığım günü yadırgıyorum. Telefonla, yazılı ve sözlü. Telgrafla tehdit hiç duydunuz mu? Geçenlerde Hasan Mezarcı diye bir milletvekiliyle tartışmaya çıktık televizyonda. Telgraf geliyor ‘yakında öldürüleceksiniz’ diye. Mektubu anlıyorum. Telefonu anlıyorum. Bunlar da telgraf örgütü.”

“Terörün sağı solu olmaz. Katil katildir. Dünyadaki temel norm budur. Ama bizde, 12 Eylül’den önce veya sonra, bize yakınsa veya bize karşıysa diye bir ölçü getiriliyor. Bu ölçü insan haklarına da aykırıdır. Geçenlerde benim de çok yakın dostum olan Emekli Oramiral Kayacan, evine girilerek torununun önünde öldürüldü. Ve bizler yazılar yazdık. Bir takım insan hakları şampiyonları ağızlarını açmıyorlar. Bir yargıç ve bir savcı Güneydoğu’da evlerine girilerek televizyon seyrederken öldürüldüler. Ağızlarını açmadılar.”

“Yakın tarihe baktığımızda, hiçbir zaman Türklerle Kürtler arasında kapışma olmamıştır. Aşiretler arası kapışma olmuştur. Bazı aşiretler devletten yana, bazı aşiretler devlete karşı davranmışlardır. Şeyh Sait ayaklanmasında da böyledir. Dersim olayında da böyledir.”

“Demokrasilerde insanlar her türlü düşünceyi savunabilmelidir. Bir tek koşulla, şiddet olmamalıdır. Şiddet olduğu zaman, demokrasinin kuralları dışına çıkılmış olur. Güneydoğudaki olay, bir ülke topraklarının bir parçasını alıp özerk egemenlik kurma savaşıdır. Ve bu savaşın çeşitli karmaşık nedenleri vardır. Bu PKK ve buna benzer örgütlerin devlet eliyle cezalandırılmasını gerektirir.

PKK on dokuzuncu ayaklanmadır. Bunu bilmek gerekir ve birbirinin bir çeşit devamı gibidir. PKK yapısıyla Marksist-Leninist bir örgüt, fakat öyle bildirileri var ki Cemalettin Kaplan yanında çok masum kalır. Şimdi eğer Türkiye’deki, Kürt ayaklanmalarındaki İslamcı motifi bilmezseniz, bunu tek başına yorumlayamazsınız.”

“İnsan hakları adı üzerine insana özgü haklardır. O zaman herhangi bir mezhep ayrımı yaparsak, herhangi bir ideoloji ayrımı yaparsak, o zaman insan hakları yerine bir başka çıkarı savunuruz demektir.”

Uğur Mumcu teşekkür etti ve alkışlarla kürsüden indi.

Mumcu, “Ben hayatımda tehdit almadığım günü yadırgıyorum. Telefonla, yazılı ve sözlü. Telgrafla tehdit hiç duydunuz mu?” sözleriyle sanki başına gelecekleri biliyor gibiydi.

Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki konuşmasından tam 11 gün sonra, 24 Ocak 1993’te Ankara’da, Karlı Sokak’taki evinin önünde, arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu katledildi…

Bir pazar sabahıydı

Ankara kar altında

Zemheri ayazıydı

Yaz güneşi koynunda

Ucuz can pazarıydı

Kalemim düştü kana

Zalimler pusudaydı

Bedenim paramparça

Çevirdim anahtarı

Apansız bir ölüme

Şarapnel parçaları

Saplandı ciğerime

Ucuz can pazarıydı

Kan doldu gözlerime

İsimsiz korkuları

Katmadım yüreğime

Bembeyaz doğruları

Yaşadım ölümüne

Uğur’lar olsun Uğur’lar olsun

Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun

Bir keskin kalem bir kırık gözlük

Yürekli yiğitlere hatıran olsun…”

Alıntı : Haluk Dural

Bir yanıt yazın

Başa Dön